Serinin diğer yazıları için Bir Cinayet Öyküsü.
Çayım bitti. Bu sefer yenisini demlemeye üşendim. Ama balkonda oturup cinayet teorim üzerinde düşünmeye devam ediyorum. Ben ağzımın kuruluğuyla mücadele ederken, mahallemizin o eski binasında, zemin kattaki dairenin penceresinde emekli edebiyat öğretmenini, solgun bakışlarıyla sokağı seyrederken görüyorum. Canlı kanlı ayakta duruyor, pencereden dışarıyı seyrediyor. Yani tüm bu anlattıklarım bir yalandan ibaretmiş gibi duruyor. Kafam karıştı. Yerimden kalkıyorum. Sırtıma bir hırka geçirip sokağa çıkıyorum. Sokak duvarlarında, tam da anlattığım gibi, emekli edebiyat öğretmeninin sözleri ve mısraları nakşedilmiş duruyorlar. Eski binaya doğru yürüyorum. Küçücük bir kültür merkezinin önünden geçerken, sokağa kadar taşan haykırışların ayırdına varıyorum. Tam da anlattığım gibi, bu sesler emekli edebiyat öğretmeninin sözlerini tekrar ediyor. Ama binanın önüne vardığımda ne bir polis arabası ne de bir ambulans görüyorum. Pencerenin önünde dikilmiş sokağı seyreden edebiyat öğretmeni ile bakışlarımız kesişiyor. Başını hafifçe öne eğip gülümseyerek selam veriyor ve çekiliyor pencereden. Bir yanılsama içindeyim: Neyin hakikat, neyin yanılgı olduğunu anlamak için zorluyorum zihnimi. Apartmanın girişindeki otomata takılıyor gözlerim. Zemin kattaki daire dışında bütün dairelerde o zengin çiftin adları yazılı. Demek ki onlar hakikat. Sokaklara yazılanlar, kültür merkezlerinde haykırılanlar hakikat. Öğretmenin ölümü dışında anlattıklarımın hepsi doğruydu demek. Binanın -bir türlü tam kapanmayan- buzlu camlı kapısını hafifçe aralayıp içeri bakıyorum. Zemin kattaki dairenin kapısının önünde bir hediye yığını yok. Elinde bir poşet yığınıyla kapıcıyı fark ediyorum. Önüne geçip, edebiyat öğretmenine hediyeler gelip gelmediğini soruyorum. Anlamaz gözlerle baktıktan sonra, edebiyat öğretmeninin geleni gideni olmadığından, hediyeyle falan hiç işi olmadığından, yalnız ara sıra ihtiyar arkadaşlarının kapısını çaldığından bahsediyor. Neyin hakikat neyin yalan olduğunu tam kestiremeden eve dönüyorum. Kapımı açmak üzereyken, yerde küçük bir hediye paketi fark ediyorum. Paketin içinden bir torba çay ve küçük bir not çıkıyor: “Afiyet Olsun”. Notun altında o zengin çiftin imzası var.
***
Edebiyat ölmez. İnsanlar, toplumsal hareketler, şirketler, endüstriler, siyasi güçler, askeri güçler, kısacası hiç kimse, edebiyatı öldüremez. Tüm bu anlattığım cinayet hikâyesinin katil zanlısı, evet, kültür-sanattır. Cinayet motivasyonu maddi ve manevi kâr çabasıdır. Cinayet silahı etkinlikler ve somutlaştırma çabalarıdır. Ama maktul edebiyat değil, bizleriz. Biz bir halüsinasyon içinde, yel değirmenleriyle savaşa öyle gömülmüşüz ki, eski bir apartmanın kirli penceresinden dışarıyı izleyen ve hayal meyal fark edilebilen edebiyata bakmayı unutmuşuz. Ama o, orada durmuş, her zaman yaptığı işi, aynı ciddiyetle yapmaya devam ediyor. Bizse onun öldüğünü yahut ölüyor olduğunu düşünerek kendimizi aklamaya çalışmışız. İzin verin, yaşadığım(ız) yanılsamayı bir örnekle açıklamaya çalışayım.
İhtiyarlar, eski çamaşır ve bulaşık makinelerinin ne kadar sağlam ve kaliteli olduğunu anlatır dururlar. Maaşlarından artıra artıra zar zor bir makine aldıklarından ama on sene tık etmeden çalıştığından bahsederler. Eski arabaların ne kadar sağlam olduğundan, eski kıyafetlerin yirmi sene giyilebildiğinden, ayakkabıların bana mısın demediğinden ve buna benzer onca dayanıklılık hikâyesinden… Bugün alınan bir çamaşır makinesinin iki senede bir arızalanmasını da komplo teorileri ile açıklarlar: “Bilinçli eskitme”. Hâlbuki hakikat daha basittir. Eskiden kaliteli malzeme kullanarak sağlam ama pahalı ürünler üretip halkın yalnızca bir kısmına hizmet verilirken, bugün daha ucuz malzemeler ve işçilikle üretilen kullan-at ürünler her eve girebilmektedir. O eski, dayanıklı, uzun ömürlü ürünler artık üretilmiyor mu? Üretiliyor tabii ama aynı eskiden olduğu gibi ortalama bir ailenin gelirini zorlayacak fiyatlardan satılıyor. Eski arabalar kadar, hatta daha sağlamları üretilmiyor mu? Üretiliyor ama bizim paramız yetmiyor. Tıpkı elli sene önce paramızın yetmediği gibi.
Edebiyat, eskiden de ilgilenmesi zor bir uğraştı. Farklı farklı sebepleri vardı bunun. Her şeyden önce ciddi bir eğitim, birikim ve vakit istiyordu. Şehirlerde ticaretle uğraşanlar, az sayıdaki okullarda eğitim alma şansı yakalayan ve devlet memuru ya da üst düzey görevli olanlar hakkını verebiliyordu edebiyatın. Kasabalardaki küçük esnaf ve köylerdeki çiftçiler edebiyatsız mı yaşıyorlardı? Hayır, onların da bir popüler kültürü vardı aslında: halk hikâyeleri, halk şiirleri vesaire. Edebiyatla ilgilenmek, teknik imkânların azlığından dolayı da zor bir işti. Bir kitap edinmek ya da bir kitap yayımlamak o kadar kolay bir iş değildi. Şairler, hikâye yazarları ve okuyucular anında iletişime geçemiyorlardı. Daha birçok sebep sayılabilir elbet. Bu sebeplerin yirmi birinci yüzyılda ortadan kalktığını ve edebiyata ulaşmanın artık çok daha kolay bir iş olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa durumumuz, aynı çamaşır makinesi örneğindeki gibi… Daha kolay eriştiğimiz şey edebiyat değil, onun seri üretilmiş ve birer alt kültür hâline getirilmiş imitasyonları. Edebiyat hâlâ zor bir uğraş.
***
Bir önceki yazımda Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın adlı romanından bahsetmiştim. Aslında, uzun süredir yazmak istediğim ama hep ertelediğim bu yazı dizisini yazmam için fitili ateşleyen, bu romanı ve bu roman hakkında yazılıp konuşulan şeyleri okumam oldu. En sıradan okurundan en kelli fellisine kadar, insanların bir edebi esere nasıl yaklaşılmaz adlı bir tiyatro gösterisindeymiş gibi büyük ve yanlış laflar ettiklerini fark ettim. İçimdeki dürtüye daha fazla engel olamadım ve işte bu yazı dizisini yazmaya başladım.
Romanı okumaya başladığımda, Orhan Pamuk romanlarını okumuş ve özellikle Kara Kitap’tan övgüyle bahseden bir arkadaşıma Kırmızı Saçlı Kadın hakkındaki fikirlerini sordum. Henüz okumamış olduğunu ama romanın pek beğenilmediğini söyledi. Romanı okumaya devam ettim. Sophokles’in Kral Oidipus hikâyesiyle Firdevsî’nin Rüstem ve Sührab anlatısını bir arada ele alıp İstanbul’da geçen bir baba oğul ikiliğini (dikotomisini) hikâye etmiş Orhan Pamuk. Son zamanlarda Tanzimat dönemi Osmanlı Tarihi ve özelde Tanzimat romanı ile yakından ilgilendiğim için, böyle bir baba-oğul ikiliği bana yabancı gelmedi. Jale Parla, Babalar ve Oğullar, Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri kitabında, babasının ölümüyle hikâyesi başlayan erkek karakterler üzerinden, Osmanlı aydınının İslam’la ve merkezi otoriteyle ilişkisini çözümlemeye çalışır. Güzin Dino’nun Türk Romanının Doğuşu adlı kitabı ise benzer soruları Namık Kemal’in İntibah’ı üzerinden sorar ve cevaplar üretmeye çalışır. Tanzimat romanındaki baba-oğul ilişkisi ve babasızlık temleri arkeolojik bir inceleme alanı değildir. Türk aydınının İslam’la ve devlet otoritesiyle ilişkisi, değişip dönüşüyor olsa da aynı rayların üzerinde hareket etmeye devam ediyor. İşte Kırmızı Saçlı Kadın da -Türk roman geleneği içinde- baba-oğul ilişkisini irdeleyen eserlerin en yenisi olarak 2016 yılında yayınlanmış. Orhan Pamuk bu konuyu, Nâmık Kemal’den ve Ahmet Mithat Efendi’den çok daha farklı bir şekilde almış. Oidipus’u ve Sührab’ı konu edinmiş. Ama nedense bizler bu romanı, bir ensest masalından öte görmek istememişiz.
Kitabın karakteri, hikâyenin çok da merkezinde olmayan bir yan anlatı sırasında, İstanbul gazetelerinde üçüncü sayfada çıkan ensest ilişki haberlerinden bahsediyor. Kurgusal bir metin olan bu roman için, ünlü tarihçi(!) Murat Bardakçı HaberTürk’teki köşesinde yayınlanan “Çüş Orhan Pamuk, Çüş!” adlı yazısında aynen şunları söylemiş: “Bu roman da senelerdir devam eden bildiğimiz pazarlama çabalarının neticesinde mutlaka yabancı dillere tercüme edilecek, yayınlandığı memleketlerde tabîi bol bol reklâmı yapılacak ve yabancı okuyucunun hatırında öncelikle malûm iddia kalacak: Oğulların annelerine tecavüz edip babalarını öldürmelerinin ve hain evlâdın da hapishanede ortadan kaldırılmasının Türkiye’de sık sık rastlanan, sıradan bir hadise olduğu!” İşte Osmanlı tarihi denilince akla gelen, televizyonlarda her gün boy gösteren sayın Bardakçı’nın roman hakkındaki yorumu… Gördüğüm en çarpıcı örnek bu olduğu için ve yazının gereksiz uzamasını istemediğimden Kırmızı Saçlı Kadın hakkındaki diğer ipe sapa gelmez suçlamalardan bahsetmeyeceğim. Tanzimat romanından Kırmızı Saçlı Kadın’a kadar devam eden böyle bir temi takip etmenin, yani edebiyatla olması gerektiği gibi ilgilenmenin neden bu kadar zor olduğundan bahsederek bu bahsi kapatmak istiyorum.
***
Edebiyat akademisi ile tanışmam bir takım zorlu iç mücadelelerin ardından gerçekleşti. Bilkent Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler okumaya başlamamdan itibaren mütemadiyen Hilmi Yavuz’dan bir ders almayı düşünüyor ama erteliyordum. Şiirin, romanın ve öykünün sıcak havasının aksine akademinin soğuk ve katı olduğuna inanmıştım. Aslında bu yanılgı bana has değildi. Edebiyat akademisinde kendimi geliştirmek istediğimde bir arkadaşımın Türk Dili ve Edebiyatı alanında öğretim görevlisi olan annesi iyi niyetle beni uyarmış, akademide aradığımı bulamayabileceğimi söylemişti. Gerçekten de törpülenmiş edebiyatla içli dışlı olup edebiyatın romantik yönüyle sınırlı kalanlar için doğru yer değilmiş akademi. Bu hayallerle lisans okumaya başlayıp hayal kırıklığı yaşayanların sayısı hiç de az değil.
Ama Hilmi Yavuz’un dersi bende tam tersi bir etki yarattı. Dersin adı olabildiğince romantikti: “Türk Edebiyatı’nda Aşk”. Divan edebiyatından başlayarak, sevginin, aşkın, sevgilinin ve kadının değişim-dönüşümlerini cumhuriyet edebiyatına kadar takip ettik. Akademiye olan önyargım kırılınca, bir kısmı seçmeli, bir kısmı ek ders olmak üzere, tam yedi ders daha aldım. İçerik anlamında öğrendiğim her şeyi bir kenara bırakırsak, edebiyata ve bir edebi esere nasıl yaklaşmak gerektiğini öğrenmem dahi tek başına büyük bir kazanım oldu benim için. Edebiyat akademisini marjinal bir noktaya itenlere de (ki bir zamanlar ben de bu güruhun bir parçasıydım) sitemkâr olduğumu söylemeliyim.
Akademinin bu marjinal ve soğuk imajı, bizim konumuzla doğrudan alakalı. Edebiyatla ilgilenmek yani yazar veya okur olmak için edebiyat akademisinin içinde bulunmanız şart değil. Ancak topyekûn akademiyi marjinalleştirirken aslında ona has olmayan ama onun da bilahare kullandığı bazı uygulama ve metotları da hayatımızdan çıkardık. Edebiyata bütünlüklü ve bütüncül bir gözlükle bakmaktan ziyade eserin tekilliği ve birer birey olarak eserle kurduğumuz kişisel ilişki baskın gelmeye başladı. Jale hocamız (Jale Özata Dirlikyapan) Kahveli Kumpanya okumalarının birinde yeni öykücülerin, öykü bütünlüğünden ziyade vurup kaçan cümleler kurduklarından bahsetmişti. İşte bunun da sebebi olarak, edebiyata ve özelde öyküye bütünlüklü bir gözle bakmaktan ziyade, edebi eserle aramızda fazla kişisel bir ilişki kurmamız olarak görüyorum.
Katı, soğuk ve sıkıcı gördüğümüz akademiyi edebiyat alanımızdan uzaklaştırırken, edebi eserleri Hollywood filmi izleme basitliğine indirdik ve onun derinliklerinde yatan zengin dünyayı elimizden kaçırdık. Sonra Kırmızı Saçlı Kadın romanını elimize alınca “Sonu iyi olmamış, aceleye gelmiş.” gibi asılsız eleştiriler yapmaya başladık. Hâlbuki, kafamızı kaldırıp içinde yaşadığımız topluma ve sosyal ortama baksak (işte akademinin yaptığı yahut yapması gereken şey tam olarak budur) Orhan Pamuk’un hiç bilmediğimiz bir hikâyeyi sıfırdan yazmadığını, tam da toplumumuzun hikâyesini ve tarihini yazdığını fark edebilirdik. Sonu aceleye gelmiş olan roman değil, toplumsal krizlerimizdir.
***
Edebiyat eskiden de zor bir uğraştı, bugün de öyle. Jale Parla’nın ve Güzin Dino’nun bahsettiğim kitaplarını elde etmek için internetten sipariş verseniz iki güne kadar kapınıza getiriyorlar. Ama roman seven, roman okuyan kişiler olarak, Türk edebiyatında romanın doğuşunu anlatan ve inceleyen bu eserleri ya hiç bilmiyoruz ya da -belki akademik yayınlar oldukları için- önyargıyla yaklaşıyoruz. Tanzimat ve Servet-i Fünun romanlarından bahsedildiğinde sanki komik bir fıkra anlatılmış gibi gülümsemeye başlıyoruz. Sosyal medya, bir şiirin, öykünün, romanın hızla yayılmasına yardımcı olsa da bizde müthiş bir dikkat dağınıklığına sebep oldu. Her şeyi hızla yapmamız ve en kısa sürede satmamız gerektiği için, bir romanı okuyup anlamak adına bir başka kitap alıp zor diline rağmen okumaya gayret etmek, hakkında yazılmış makalelere göz atarak “context” ve “metatext” alanlarına hâkim olmak, bizim için imkânsız görünüyor. Bu yüzden gittikçe yalınlaşan ve solgunlaşan bir edebiyat dünyası ile karşı karşıyayız. (İstisnaları haizdir.) Bizler işin kolayına kaçarken, popüler edebiyatçıları işin kolayına biraz daha fazla kaçtıkları için acımasızca eleştiriyoruz. Onlar, popüler edebiyat üzerinden nasıl gündelik keyif ve karizma devşiriyorlarsa, biz de farklı edebi ürünler üzerinden (bazen aynı edebi ürünlere farklı pencerelerden bakarak) kendi zevkimize göre gündelik keyif ve karizma devşiriyoruz. Edebiyatın bir etkinlik alanına dönüşmesi popüler edebiyatçıların işine geliyor. Bizse bunu çaktırmadan ve üstüne gerçek edebiyat şalvarı giydirerek yapıyoruz. Biraz durulduğumuzda, beynimize kan gidip düşünmeye başladığımızda, utanmadan sıkılmadan edebiyatın öldüğünü ya da ölüyor olduğunu iddia ediyoruz. Edebiyat ölmüyor. Kültür-sanatın tuzağına düşen edebiyat değil bizleriz. Bu tuzağa adım adım biz girdik, nasıl çıkacağımızı bilemediğimiz için edebiyat ölüyor diye yaygara koparmaya başladık. Geçtiğimiz Pazartesi’den itibaren bu yaygaraya bir de ben ses verdim. Affedin.
Kültür-sanatın tuzağına düşmeyen, edebiyatı kitap okumaya indirgemeyen, somutlaştırmaya ve bir etkinlik halinde pazarlamaya çalışmayan, edebiyata bütüncül ve bütünlüklü bir gözle bakabilen, ilgisinin ve merakının peşinden gidip öğrenen ve öğrendiklerini paylaşan herkesi tenzih ederim. Aslına bakarsanız, sayıları hiç de az değildir. Onlar, daha en başından beri edebiyatın ölmediğinin farkındalardı. Sonsuz saygılarımla…
***
Tartışmamın sonunda, edebiyatla ilgilenmenin zorluğu konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Evet, edebiyatla ilgilenmek eskiden, imkânların azlığından ötürü zordu. Yalnızca, seçkin bir kitle üst-kültüre dâhil olan edebiyatla ilgilenebiliyordu. Bugün edebiyatla uğraşmanın zorluğu ise imkânların azlığından değil çokluğundan kaynaklanıyor. Yeterince boş vaktimiz var ama bu boş vakti dolduracak etkinlik ve vakit öldürme araçlarının miktarı boş vaktimizden çok daha büyük. Edebiyatla ilgilenmenin bugünkü zorluğu bazı açılardan dezavantaj ama bazı açılardan da avantaj. Cebimizde, müthiş bir dikkat dağınıklığı kaynağı olarak sosyal medya araçlarını taşımamız, kolay kolay üstesinden gelemeyeceğimiz bir zorluk. Ancak, kendini odaklamak isteyen, bu uğurda zamanından, emeğinden, eğlencesinden fedakârlık etmeyi kabullenen insanlar için, yüksek bir zümre içinde bulunmaları gerekmeksizin, edebiyatı öğrenme ve onunla iştigal etme imkânları sonuna kadar açık. Türk edebiyatına biraz hâkim olmak için okunması gereken kitaplar dağ gibi bir yığın değil. Her sene, normal okuma düzeninin arasına üç dört ya da dört beş kitap sokuşturarak, ayda bir makaleyi ele alıp dikkatlice okuyarak ve bu kitaplarla okunulan romanlar arasındaki bağlamı yakalayarak bu açık kapatılabilir. Velhasıl, bugün edebiyatla -kendiliğinden- ilgilenmek biraz zor ama kararlılık gösterenler için imkânsız değil.
Öne Çıkan Görsel: dualdflipflop (CC BY 2.0)